Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Ayasofya kararı Türkiye’de ve dünyada gündem teşkil etmiş ve uluslararası düzeyde bu karara ilişkin bazı eleştiriler dile getirilmiştir. Ancak, unutulmamalıdır ki, uzun yıllardır Ayasofya’ya ev sahipliği yapan Türkiye’nin bu mabedin yaşatılması için yaptığı katkılar sayesinde söz konusu kültürel miras bugünlere kadar varlığını sürdürmüştür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ayasofya’yı müzeden camiye dönüştüren kararı imzaladığı 10 Temmuz 2020 tarihinde yaptığı konuşma bir manifesto niteliğindedir. Bu konuşma, söz konusu karara yönelik uluslararası kamuoyunda yapılan eleştirilerin tümüne yönelik yanıtları içermektedir. Aynı zamanda, insanlığın ortak mirası olarak Ayasofya’nın gelecekte de güçlü şekilde sahiplenileceğinin ve özenle korunacağının en temel göstergesidir.
Aziz Milletim,
Sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle selamlıyorum. Danıştay bugün, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesini sağlayan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu düzenlemesini iptal etti. Biz de buna dayanarak çıkardığımız bir Cumhurbaşkanlığı düzenlemesiyle, Ayasofya’nın yeniden Cami olarak hizmete açılmasını sağladık. Böylece Ayasofya, 86 yıl sonra yeniden, Fatih Sultan Mehmet Han’ın vakfiyesinde belirttiği şekilde Cami olarak hizmet vermeye başlayabilecektir. Bu kararın milletimize, ümmete ve tüm insanlığa hayırlı olmasını diliyorum.Kültür ve Turizm Bakanlığımız, konunun idari ve teknik hazırlıklarıyla, Diyanet İşleri Başkanlığımız da dini yönüyle ilgili çalışmalara hemen başladı.
Müze statüsünden çıkmasıyla birlikte, Ayasofya Camiine ücretli giriş uygulamasını da kaldırıyoruz. Tüm Camilerimiz gibi Ayasofya’nın kapıları da, yerli ve yabancı, müslim ve gayrımüslim herkese sonuna kadar açık olacaktır. İnsanlığın ortak mirası olan Ayasofya, yeni statüsüyle herkesi kucaklamaya, çok daha samimi, çok daha özgün şekilde devam edecektir. Hazırlıkları süratle tamamlayarak, 24 Temmuz 2020 Cuma günü, Cuma namazı ile birlikte Ayasofya’yı ibadete açmayı planlıyoruz. Bu kararın, içeride ve dışarıda çeşitli tartışmalara yol açması muhtemeldir. Herkesi, ülkemizin yargı ve yürütme organları tarafından alınan Ayasofya kararına saygılı olmaya davet ediyorum. Uluslararası alanda bu konuda ortaya konan her türlü görüşü elbette anlayışla karşılarız. Ancak, Ayasofya’nın hangi amaçla kullanılacağı konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla ilgilidir. Yeni bir düzenlemeyle Ayasofya’nın ibadete açılıyor olması, ülkemizin egemenlik hakkı kullanımından ibarettir. Türkiye Cumhuriyetinin bayrağı neyse, başkenti neyse, ezanı neyse, dili neyse, sınırları neyse, 81 vilayeti neyse, Ayasofya’nın vakfiyesine uygun şekilde camiye dönüştürülmesi hakkı da odur. Bu konuda, görüş belirtmenin ötesindeki her türlü tavrı ve ifadeyi, bağımsızlığımızın ihlali olarak kabul ederiz. Türkiye olarak nasıl diğer ülkelerdeki ibadet mekânlarıyla ilgili tasarruflara karışmıyorsak, biz de tarihi ve hukuki haklarımıza sahip çıkma konusunda aynı anlayışı bekliyoruz. Üstelik bu, öyle 50-100 yıllık değil, tam 567 yıllık bir haktır. Şayet bugün inanç odaklı bir tartışma yapılacaksa, bunun konusu Ayasofya değil, dünyanın dört bir yanında her geçen gün tırmanan İslam düşmanlığı ve yabancı nefreti olmalıdır. Türkiye’nin kararı, sadece kendi iç hukuku ve tarihi haklarıyla ilgilidir. Bu kararın arkasında duran tüm siyasi partilere ve liderlerine, sivil toplum kuruluşlarına, milletimizin her bir ferdine şükranlarımı sunuyorum.
Aziz Milletim…
İstanbul’un fethi ve Ayasofya’nın Cami haline dönüştürülmesi hadisesi, Türk tarihinin en şanlı sayfaları arasında yer alır.
Uzun bir kuşatmanın ardından 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fethederek şehre giren Fatih Sultan Mehmet Han, doğrudan Ayasofya’ya yönelir.
Bizans halkı, korku ve merakla Ayasofya’da akıbetlerini beklemektedir.
Fatih, kendisini karşılayan halka, hayatları ve hürriyetleri konusunda teminat vererek, Ayasofya’ya girer.
İstanbul’un Fatihi, fetih sembolü olarak sancağını Ayasofya’nın ortasındaki mihrabın bulunduğu yere diker, kubbeye doğru bir ok fırlatır, ilk ezanı da kendisi okur.
Böylece, fethini tescillemiş olur.
Ardından, mabedin uygun bir köşesinde şükür secdesi yaparak, iki rekât namaz kılar.
Bu davranışıyla da Ayasofya’yı Camiye çevirdiğini gösterir.
Sultan Fatih, İstanbul’un incisi bu ulu mabedi zemininden çatısına kadar büyük bir titizlikle inceler.
Tarihçilerin yazdığına göre, Ayasofya’nın kubbesine çıkan Fatih Sultan Mehmet Han, yapının ve çevrenin harap görüntüsü karşısında, şu meşhur Farsça beyti söyler:
“PERDEDÂRİ MÎKONED BER KASR-İ KAYSER ANKEBUT
BÛM NOVBET MÎZENED DER TAREM-İ EFRÂSİYÂB”
Bugünün Türkçesiyle tekrarlayacak olursak;
“ÖRÜMCEK KAYSER’İN SARAYINDA PERDEKARLIK YAPIYOR
BAYKUŞ EFRASİYAB’IN BURCUNDA NÖBET TUTUYOR”
Evet… Fatih Sultan Mehmet Han, işte böylesine harap, bitap, perişan bir İstanbul ve Ayasofya devralmıştır. Esasen, Fatih’in teslim aldığı Ayasofya, daha önce aynı yere yapılan ilk iki kilise kargaşa dönemlerinde yakılıp yıkıldığı için, üçüncü defa inşa edilmiş bir eserdir. Fethin ardından üç günlük hummalı bir çalışmayla, ilk Cuma namazı için Ayasofya ibadete hazır hale getirilir. Devlet erkânı ve askeriyle beraber camiye giren Fatih, burada kubbeleri çınlatan tekbirler ve salavatlarla karşılanır. Ayasofya’daki ilk Cuma’nın hutbesini Fatih irad eder, namazı da hocası Akşemsettin Hazretleri kıldırır. Fatih, diğer Hıristiyan mezhepleri tarafından dışlanan Ortodoks Kilisesini de himayesi altına alarak gelişmesini sağlar. Bu ulu mabedin kubbeleri ve duvarları, o günden itibaren 481 yıl boyunca ezanlarla, salalarla, tekbirlerle, salavatlarla, hatmi şeriflerle, mevlid-i şeriflerle çınlamıştır. Asırlarca yaşadığı depremlerden, yangınlardan, yağmalardan ve bakımsızlıktan dolayı harap vaziyette olan İstanbul, fetihle birlikte yeniden ayağa kaldırılmıştır. Bu sürecin sembolü de Ayasofya’dır. Fatih Sultan Mehmet Han’dan itibaren her padişah, İstanbul’u ve Ayasofya’yı daha da güzelleştirmenin gayreti içinde olmuştur. Şehrin Ulu Camisi olarak belirlenen Ayasofya, zaman içinde etrafına ilave edilen yapılarıyla, tam tekmil bir külliye haline dönüştürülmüş ve asırlarca müminlere hizmet vermiştir. Neredeyse takip eden her asırda büyük onarımlara tabi tutulan, eklemelerle daha da güzelleştirilen Ayasofya’ya, milletimiz hep gözbebeği gibi bakmıştır. Öyle ki, “Tanrı’nın Hikmeti” anlamına gelen orijinal ismini değiştirmeye dahi teşebbüs etmemiştir. Görüldüğü gibi, köhne bir devletin çöküntüsü altında yıkılmak üzere olan bu mabed, ecdadımız tarafından sadece Camiye dönüştürülmekle kalmamış, aynı zamanda ihya ve i’la edilmiştir. İşte bunun için Ayasofya’nın her devirde bu milletin tüm fertlerinin gönlünde ayrı bir yeri olmuştur. Bizim de gençlik yıllarımızdan beri kalbimizde bir Ayasofya sevgisi vardır. Bu mabedi, kültür hazinesi kimliğine halel getirmeden, vakfiyesine uygun şekilde yeniden ibadete açarak, milletimize önemli bir hizmet verdiğimize inanıyoruz.
Aziz Milletim…
Milletimiz için fetih “Cihad-ı Asgar” hükmünde iken, asıl “Cihad-ı Ekber” imar, inşa ve hayrat faaliyetleriydi. Doğu Roma döneminde Ayasofya inşa edilirken Mısır’dan İzmir’e, Suriye’den Balıkesir’e kadar imparatorluğun dört bir yanından malzeme taşınmıştı. Fatih ve ardından gelen padişahlar, Anadolu’nun ve Rumeli’nin her yerinden zanaat erbabını İstanbul’a getirerek, hem Ayasofya’yı, hem şehri adeta yeni baştan imar ve inşa ettirdiler. Bunu yaparken de, devraldıkları mirastan azami derecede faydalandılar. Mesela Fatih, Ayasofya’nın içindeki sabit mozaikleri korumuş, sadece taşınır heykelleri yapıdan çıkarttırmıştır. Asırlar boyunca yerinde kalan mozaikler, daha sonraki onarımlar sırasında peyderpey kapatılmış, böylece dış etkilere karşı korunması ve bugünlere gelmesi temin edilmiştir.
Esasen farklı inançların mensuplarına hoşgörüyle bakmak, dinimizin özünde varolan bir yaklaşımdır. Peygamber Efendimiz, tebliğini sürdürürken, Müslümanlara saldırmayan ve bozgunculuk yapmayan diğer dinlerden topluluklara herhangi bir müdahalede bulunmamıştır. Hazreti Ömer de Kudüs’ü aldığında, şehirdeki Hıristiyanları ve Musevileri, hakları ve ibadethaneleriyle koruması altına almıştır. Ecdadın kurduğu tüm devletler gibi Osmanlı’nın yöneticileri de aynı yolu izlemiştir. Fatih’in ve ardından gelenlerin İstanbul’da yaptıkları da, bu kadim geleneği takip etmekten ibarettir. Medeniyet tarihimizin en önemli isimlerinden olan Mimar Sinan, Ayasofya’ya en çok katkı yapan kişilerin başında geliyor. Ayasofya Camii, mihrabı, minberi, kürsüsü, minareleri, hünkâr mahfili, levhaları, nakışları, şamdanları, halıları, şadırvanı ve diğer tüm unsurlarıyla 481 yılda bu hale geldi. Tarih boyunca hep İstanbul’un en kalabalık cemaatlerinin toplandığı Ayasofya, Teravih, Kadir Gecesi ve Bayram gibi müstesna günlerde gerçekten çok göz alıcı manzaraların yaşandığı bir yer olmuştur. Dolayısıyla, Türk Milletinin Ayasofya üzerindeki hakkı, yaklaşık 1.500 yıl önce bu eseri ilk inşa edenlerden daha az değildir. Tam tersine yaptığı katkılar ve güçlü sahiplenişi itibariyle milletimizin, bugün insanlık mirasının en önemli eserleri arasında gösterilen Ayasofya üzerindeki hakkı daha fazladır. İstanbul, fetihle beraber Müslüman, Hristiyan ve Musevilerin barış ve huzur içinde, bir arada yaşadığı bir şehir haline gelmiştir. Tarih, fethettiğimiz her yerde refahı, güveni, huzuru ve hoşgörüyü hâkim kılmak için verdiğimiz büyük mücadelelerin şahididir. Bugün de ülkemizin her köşesindeki Camilerimiz yanında, her inanca ait binlerce tarihi mabed vardır. Ayrıca, cemaati olan her yerde kiliseler ve havralar faaliyet göstermektedir. Halen ülkemizde ibadete açık 435 kilise, sinagog ve havra bulunuyor. Başka coğrafyalarda benzerine rastlayamayacağımız bu manzara bizim farklılıklarımızı zenginlik olarak gören anlayışımızın bir tezahürüdür. Buna rağmen millet olarak, yakın tarihimizde dahi bunun tam tersi örneklerle karşılaşmaktan kurtulamadık. Osmanlı’nın çekilmek zorunda kaldığı Doğu Avrupa ve Balkan coğrafyasında, ecdadın asırlar boyunca inşa ettiği eserlerden pek azı hala ayaktadır. “SU-İ MİSAL EMSAL OLMAZ” sözünden hareketle, bu kötü örneklerin hiçbirini dikkate almıyor, kendi medeniyetimizin inşa ve ihya üzerine kurulu duruşunu kararlılıkla koruyoruz.
Aziz Milletim…
Bugün yeniden ibarete açılması kararı vesilesiyle bir kez daha dikkatlerin üzerinde toplandığı Ayasofya tartışmalarının yaklaşık bir asırlık geçmişi vardır.
Anadolu’nun ve İstanbul’un işgal yıllarında da Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesi tartışmaları yaşanır.
Bu niyetin ilk adımı olarak, Ayasofya’nın kapısına tam teçhizatlı bir işgal birliği dayanır.
Birliğin başındaki Fransız komutan, Ayasofya’da görevli Osmanlı subayına, kendilerinin buraya yerleşeceklerini, bunun için Türk askerinin camiyi boşaltması gerektiğini bildirir.
Askerleriyle birlikte Ayasofya’yı koruyan Binbaşı Tevfik Bey, onlara şu cevabı verir:
“BURAYA GİREMEZSİNİZ VE GİREMEYECEKSİNİZ. ÇÜNKÜ BURASI BİZİM MABEDİMİZDİR. ŞAYET CEBREN GİRMEYE TEŞEBBÜS EDECEK OLURSANIZ, SİZE İLK CEVABI ŞU AĞIR MAKİNALILAR, SONRA DA CAMİNİN DÖRT KÖŞESİNE YERLEŞTİRDİĞİMİZ TAHRİP KALIPLARI VERECEKTİR. AYASOFYA’NIN ÜZERİNİZE YIKILMASINI GÖZE ALABİLİYORSANIZ, BUYURUN GİRMEYİ DENEYİN”.
Böylece işgalcilerin Ayasofya’yı ele geçirme ümitlerini boşa çıkarır. Ayasofya’ya yabancı ilgisi, daha sonraki yıllarda, mozaik tamiri gibi bahanelerle sürer. Bu sırada tek parti dönemi hükümeti, çıkardığı bir kararnameyle, camilerin birbirine uzaklığının en az 500 metre olması gerektiği kuralını getirerek, Ayasofya’yı ibadete kapatır. Bir süre sonra da, 1 Şubat 1935 tarihinde, Ayasofya müze olarak ilan edilip ziyarete açılır. İbadete kapalı bulunduğu yıllar boyunca ecdat yadigarı bu eser, büyük bir tarih kıyımına maruz kalır. Caminin bitişiğindeki, İstanbul'daki ilk Osmanlı üniversitesi olan ve Fatih tarafından inşa ettirilen Ayasofya Medresesi, sebepsiz yere yıkılarak ortadan kaldırılır. Ayasofya’nın zemininde serili nadide halılar kesilerek sağa sola dağıtılır. Antika şamdanlar eritilmek üzere dökümhaneye götürülür. Halen yerinde duran şaheser levhalar ise çok büyük oldukları için kapıdan çıkarılamaz ve mecburen depoya kaldırılır. Bu levhalar daha sonra Demokrat Parti devrinde tekrar yerlerine asıldı. Ayasofya’nın uğradığı tahribat bunlarla sınırlı kalmaz. Cami olduğu devirlerden hiçbir eser kalmasın isteyenler, az kalsın Ayasofya’nın minarelerini dahi yıktıracaklardı. Nitekim, Sultan İkinci Bayezid döneminde camiye çevrilen Küçük Ayasofya’nın minaresi, hukuki hiçbir dayanağı olmadan bir gecede yerle yeksan edilir. Sıranın Ayasofya’ya geldiğini gören tarihçi, gazeteci ve müzeci İbrahim Hakkı Konyalı hemen bir rapor yazar ve neşreder. Merhum Konyalı’nın raporunda, "Bu minareler kubbenin desteğidir, eğer minareler yıkılırsa Ayasofya da yıkılır" dendiği için mecburen yıkımdan vazgeçilir. Aynı dönemde ülkemizin dört bir yanında pek çok caminin, medresenin, ecdat yadigarı eserin başına benzer felaketler gelmiştir. Esasen, tek parti döneminde alınan bu karar, tarihe ihanet olmanın yanında, hukuka da aykırıydı. Çünkü Ayasofya ne devletin, ne de herhangi bir kurumun malı değil, vakıf mülküdür. Fatih İstanbul’u fethettiğinde, Roma İmparatoru unvanını da almış ve dolayısıyla Bizans hanedanı üzerine kayıtlı bulunan tüm emlake sahip olmuştur. İşte bu hukuka istinaden, Ayasofya da, Fatih’in ve onun kurduğu vakfın üzerine tapulanmıştır. Cumhuriyet döneminde bu tapu senedinin yeni harflerle hazırlanmış resmi bir sureti de çıkarılarak hukuki statüsü tescillenmiştir. Ayasofya Fatih’in tapulu mülkü olmasaydı, hukuken burayı vakfetme hakkı da bulunmazdı. Fatih Sultan Mehmet Han, Ayasofya’yı da içeren 1 Haziran 1453 tarihli yüzlerce sayfalık vakfiyesinin bir yerinde aynen şunları söylüyor:
“KİM BU AYASOFYA’YI CAMİYE DÖNÜŞTÜREN VAKFİYEMİ DEĞİŞTİRİR, BİR MADDESİNİ TEBDİL EDER, ONU İPTAL VEYA TEDİLE KOŞARSA… FASİT VEYA FASIK BİR TEVİLLE VEYA HERHANGİ BİR DALAVEREYLE AYASOFYA CAMİSİ’NİN VAKIF HÜKMÜNÜ YÜRÜRLÜKTEN KALDIRMAYA KASTEDERSE… ASLINI DEĞİŞTİRİR, FÜRUUNA İTİRAZ EDER VE BUNLARI YAPANLARA YOL GÖSTERİR, YARDIM EDERSE… KANUNSUZ OLARAK ONDA TASARRUF YAPMAYA KALKAR, CAMİLİKTEN ÇIKARIR VE SAHTE EVRAK DÜZENLEYEREK, MÜTEVELLİLİK HAKKI GİBİ ŞEYLER İSTERSE… YAHUT ONU KENDİ BATIL DEFTERİNE KAYDEDER VEYA YALANDAN KENDİ HESABINA GEÇİRİRSE… HUZURUNUZDA İFADE EDİYORUM Kİ, EN BÜYÜK HARAMI İŞLEMİŞ VE GÜNAHI KAZANMIŞ OLUR. BU VAKFİYEYİ KİM DEĞİŞTİRİRSE; ALLÂH’IN, PEYGAMBER’İN, MELEKLERİN, BÜTÜN YÖNETİCİLERİN VE DAHİ BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN EBEDİYEN LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN… AZAPLARI HAFİFLEMESİN, HAŞR GÜNÜNDE YÜZLERİNE BAKILMASIN. KİM BUNLARI İŞİTTİKTEN SONRA HALA BU DEĞİŞTİRME İŞİNE DEVAM EDERSE, GÜNAHI ONU DEĞİŞTİRENE AİT OLACAKTIR. ALLÂH’IN AZABI ONLARADIR. ALLÂH İŞİTENDİR, BİLENDİR.”
Evet… Bugün alınan karar, aynı zamanda Fatih’in işte bu ağır bedduasından kurtulmamızı sağlamıştır. Gerçi, aynı zihniyet bugün de, bırakınız Ayasofya’nın hüznünü gidermeyi, İstanbul’un en gözde Camisi Sultan Ahmet’i müzeye dönüştürmeyi teklif edebilmektedir. Bu zihniyet geçmişte, Sultan Ahmet Camiini resim galerisi, Yıldız Sarayını kumarhane, Ayasofya’yı caz kulübü olarak kullanmayı da düşünmüş, hatta bir kısmını gerçekleştirmişti. Her dönemde olduğu gibi günümüzde de bu bakış açısı, çağdaşlık kisvesi altında çağ dışı bir anlayışın tezahürüdür. Vatikan’ın müze haline dönüştürülerek ibadete kapatılmasını talep etmekle, Ayasofya’nın müze olarak kalmasında ısrarcı olmak aynı mantığın ürünüdür. Bunun bir adım sonrası, insanlığın en eski mabedi olan Kabe’nin ve yine kadim mabed Mescid-i Aksa’nın da müzeye dönüştürülmesi isteğidir. Rabbim ülkemizi ve insanlığı, bu zihniyetten ilelebet muhafaza eylesin diyorum. Rabbim bir daha bu milleti değerlerine düşmanlık edenlerle sınamasın diyorum.
Aziz Milletim…
Bazı eserler vardır ki, bunlar milletlerin ve devletlerin sembolüdür.
Ayasofya’da işte bu sembollerimizden biridir.
Yahya Kemal, 1922 yılında yazdığı bir makalede şöyle diyor:
“BU DEVLETİN İKİ MANEVİ TEMELİ VARDIR: FATİH’İN AYASOFYA MİNARESİNDEN OKUTTUĞU EZAN Kİ HALA OKUNUYOR… SELİM’İN HIRKA-İ SAADET ÖNÜNDE OKUTTUĞU KUR’AN Kİ HALA OKUNUYOR…”
Yine Yahya Kemal’in ifadesiyle Ayasofya’nın milletimiz için anlamı şu şekildedir:
“BİR ZAMANLAR HENDESEDEN ABİDE ZANNETTİMDİ; KUBBEN ALTINDA BU CUMHURA BAKARKEN ŞİMDİ, SENELERDEN BERİ RÜYADA GÖRÜP ÖZLEDİĞİM CEDLERİN MAĞFİRET İKLİMİNE GİRMİŞ GİBİYİM”
Şairin “cedlerin mağrifet iklimi” olarak tarif ettiği bu mabed, maalesef, uzunca bir süre ezan ve Kur’an sesinden mahrum kalmıştır. Önce 1980’de, ardından 1991’de Ayasofya’nın hünkar mahfili ibadete açılmışsa da, ana yapısı itibariyle bu mabedin boynu hep bükük kalmaya devam etmiştir. Fikir ve sanat insanlarımızın hemen hepsi, Ayasofya’nın öksüzlüğü konusunu yazılarında, konuşmalarında dile getirmiştir. Merhum Necip Fazıl Kısakürek, “Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphe edenler, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe eder” diyerek, bu konudaki inancını ortaya koyar. Üstadın, “Ayasofya açılmalıdır, Türk’ün kapalı bahtıyla beraber açılmalıdır” çağrısına işte bugün cevap veriyoruz. Nazım Hikmet’in İstanbul’un fethini ve Ayasofya’nın Camiye dönüştürülmesini anlattığı şiiri de çok çarpıdır:
“İSLAM’IN EN BEKLEDİĞİ EN ŞEREFLİ GÜNDÜR BU
RUM KOSTANTİNİYE’Sİ OLDU TÜRK İSTANBUL’U
CİHANA KARŞI KOYAN BİR ORDUNUN SAHİBİ
TÜRK’ÜN PADİŞAHI, BİR GÖK YARILIR GİBİ
GİRDİ EDİRNEKAPI’DAN KIR ATIN ÜSTÜNDE
FETHETTİ İSTANBUL’U SEKİZ HAFTA ÜÇ GÜNDE
O NE MUTLU, MÜBAREK BİR KULUYMUŞ ALLAH’IN
BELDE-İ TAYYİBE’Yİ FETHEDEN PADİŞAHIN
HAK YERİNE GETİRDİ, EN BÜYÜK NİYAZINI
KILDI AYASOFYA’DA İKİNDİ NAMAZINI”
Bir başka tarihçi ve şair Nihal Atsız’a, “Dünyaya bir daha gelseniz, ne olmak isterdiniz?” diye sorulduğunda, cevabı “Ayasofya’ya imam olmak isterdim” olmuştur. Dünya çapındaki tarihçimiz Halil İnalcık, “Batı, İstanbul’un fethini ve Ayasofya’yı hiç unutmadı” derken, aslında bize bu konunun siyaset üstü bir mesele olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Edebiyatımızın zirve isimlerinden Peyami Safa ise, “Ayasofya’nın müze haline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiş, bilakis cesaretini artırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır” diyordu. Osman Yüksel Serdengeçti’nin idamla yargılanmasına sebep olan Ayasofya başlıklı yazısı şu satırlarla son bulur:
“AYASOFYA!
EY MUHTEŞEM MABET…
MERAK ETME, FATİH’İN TORUNLARI BÜTÜN PUTLARI DEVİRİP SENİ CAMİYE ÇEVİRECEKLER.
GÖZYAŞLARIYLA ABDEST ALIP SECDELERE KAPANACAKLAR.
TEHLİL VE TEKBİR SADALARI BOŞ KUBBELERİNİ YENİDEN DOLDURACAK, İKİNCİ BİR FETİH OLACAK.
OZANLAR BUNUN DESTANINI YAZACAKLAR, EZANLAR İLANINI YAPACAKLAR.
SESSİZ VE ÖKSÜZ MİNARELERDEN YÜKSELEN TEKBİR SESLERİ FEZALARI YENİDEN İNLETECEK.
ŞEREFELERİN YİNE ALLAH’IN VE HAZRETİ MUHAMMED’İN ŞEREFİNE IŞIL IŞIL YANACAK.
BÜTÜN DÜNYA FATİH DİRİLDİ SANACAK.
BU OLACAK AYASOFYA, BU OLACAK.
İKİNCİ BİR FETİH, YENİ BİR BA’SÜ BA’DEL-MEVT…
BU MUHAKKAK…
BU GÜNLER YAKIN…
BELKİ YARIN, BELKİ YARINDAN DA YAKIN…”
Hamdolsun, işte o yarınlara kavuştuk.
Ayasofya’nın mahzunluğu konusundaki en çapıcı şiirlerden biri de Arif Nihat Asya’ya aittir:
“ULU MABED, NEYE HİCRANA BÜRÜNDÜN BÖYLE
FATİH’İN DEVRİNİ BİR NEBZECİK OLSA SÖYLE!
BEŞ VAKİT LOŞLUĞUNDA SAF SAFTIK
DAVETİN VARDI DÜN EZANLARINDA.
SENİ EY MABEDİM UTANSINLAR
KAPAYANLAR DA, AÇMAYANLAR DA!”
Bugün Türkiye, işte böyle bir utançtan kurtulmuştur. Bugün Ayasofya, inşa edildiği tarihten itibaren defalarca şahit olduğu yeniden dirilişlerinden birini yaşıyor.
Ezanın aslına döndürülmesinden 70 yıl sonra Fatih’in emaneti Ayasofya’nın da Cami olarak hizmete girmesi, gecikmiş bir yeniden silkiniştir.
Bu tablo, İslam coğrafyasının dört bir yanındaki sembol değerlerimize yapılan hoyratça saldırılara verilmiş en güzel cevaptır.
Türkiye, son dönemde attığı her adımla, artık zamanın ve mekânın nesnesi değil öznesi olduğunu göstermektedir.
Millet olarak verdiğimiz tarihi mücadeleyle, temsilcisi olduğumuz medeniyetin aydınlık geleceği için maziden atiye tüm insanlığı kucaklayan bir köprü kuruyoruz.
İnşallah bu kutlu yolda yürümeye, durmadan, duraksamadan, yılmadan, azimle, fedakarlıkla, kararlılıkla, menzile ulaşana kadar devam edeceğiz.
Bir kez daha Ayasofya’nın yeniden Camiye dönmesini sağlayan yargı kararı ve Cumhurbaşkanlığı düzenlemesinin hayırlı olmasını diliyorum.
Ayasofya’yı insanlığın ortak kültürel mirası vasfını koruyarak Cami olarak ibadete açacağımızın altını da tekrar çiziyorum.
Sizlere sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum.
Kalın sağlıcakla…